Kayıtlar

Ekim 18, 2009 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Harran

Sanliurfa'nin 44 kilometre. Güneydogusundadir. Her yil binlerce yerli ve yabanci turist tarafindan ziyaret edilen tarihi Harran Kenti, kendi adiyle anilan Harran Ovasi merkezinde kurulmustur. Tevrat'ta Hârân olarak geçen yerin burasi oldugu söylenilir. Islam tarihçileri kentin kurulusunu Nuh Peygamber'in torunlarindan Kaynan'a veya Ibrahim Peygamber'in kardesi Aran'a (Haran) baglarlar. 13.yüzyil tarihçilerinden Ibn Seddad, Hz. Ibrahim'in Filistin'e gitmeden önce bu sehirde oturdugunu yazmaktadir. Bu nedenle Harran'a Hz. Ibrahim'in kenti de denildigini, Harran'da Ibrahim Peygamberin evinin, adini tasiyan bir mescidin, onun otururken yaslandigi bir tasin varoldugunu söylemektedir. Harran tarihiyle ilgili en dogru bilgiler arkeolojik kazilardan elde edilen buluntulara dayanmaktadir. Harran adina ilk defa, Kültepe ve Mari'de bulunan M.Ö. II. bin baslarina ait çivi yazili tabletlerde "Har-ra-na" veya "Ha-ra-na" seklinde ras

Bebekler Neden Sol Kucakta ?

Yapılan çalışmalarda insanların farkında olmadan sağ ve sol ellerini tercihli kullandıkları tespit edilmiştir. Annelerin çocuklarını sol kollarında tutma temayülleri bir sevk-i ilahi olduğundan, bir anneye neden çocuğunu kucağındayken solda tuttuğunu sorarsanız, çoğunlukla bunun herhangi bir sebebinin olmadığını söyler. Bilhassa annelerin yavrularını sol kucaklarına alıp sol kollarında tutmaları, araştırma mevzuu olmuştur. Kadınların % 85’inin (yaşlarına ve evli olup olmadıklarına bakılmaksızın), bebekleri kucaklarına aldıklarında sol kollarına alıp öyle tutmaları hususu, ‘Nature’ dergisinin 26 Şubat 2006 tarihli sayısında incelenmiştir. Kaynak : yorumla.net - Linkleri Sadece Kayitli Uyelerimiz Gorebilir. Uye Olmak Icin Tiklayiniz... İnsanların çoğunda beynin sağ tarafı, vücudun sol tarafını ve duyguları kontrol etmede vazifedir. Bundan dolayı, bebeğin ağlaması, gülmesi veya esnemesi gibi hissi uyarılar sol taraftan geldiğinde, anne tarafından daha kolay algılanır. Bebek sağ kucağa yat

Farelerde Empati Yapabilir mi ?

Bilim insanları farelerin de insanlar gibi, kendilerini türdeşlerinin yerine koyabilme yeteneğine sahip olduğunu ortaya koydu.Bilim insanları empatinin sadece primatlara özgü bir karakteristik olduğunu düşünüyordu. Ancak yeni yapılan bir araştırma, farelerin de kendisini bir başkasının yerine koyabilme yeteneği olan empatiye haiz olduğunu gösteriyor. Fareler de primatlar gibi, kendi türünden bir başka canlının çektiği acıyı algılayabiliyor, ancak acı çeken fareyle bir ortak geçmişi olması gerekiyor.Araştırmayı yürüten Kanada’nın önde gelen üniversitesi McGill University uzmanı Jeffrey Mogil, “Araştırma aynı kafeste yaşayan farelerin birbirlerini tanıdığını ve karşılıklı farkındalığa vardıklarını gösteriyor. Farelerden biri acıya maruz kaldığında, diğer farenin de benzer bir acı çekme ritmine girdiğini gözlemledik” diyor. Mogil, bu süreci ‘acının senkronizasyonu’ olarak niteliyor. ORTAK MAZİ OLMASI ŞART Mogil ve ekibi denek farelerine sirke içirdi. Sirke farenin midesinde yanma ve hazım

Toprak Altindaki Kentler

İnsanlığın geçmişine ait bilgileri edinebilmek, eskiden insanların yaşadıkları varsayılan yerlerde kazılar yapmakla, eski kentleri ortaya çıkarmakla mümkün olur. Binlerce yıllık bir hayatın aşamalarını belirten ipuçları oralarda bulunabilir. Eski arkeologlar yalnızca eşya aramakla yetinirlerdi. Bugünküler o bölgenin tarihini de aydınlatmaya çalışıyorlar. Kaynak : yorumla.net - Linkleri Sadece Kayitli Uyelerimiz Gorebilir. Uye Olmak Icin Tiklayiniz... Toprak altında bulunan her yıkıntı orada eskiden bir şehir bulunduğunu göstermez. Bu yıkıntı bir kaleye, surlarına, mezarlığa, taş ocağına veya geçici bir konaklama yerine yani zamanla insanlar tarafından bilinçli olarak terkedilmiş bir yere ait olabilir. Ayrıca insanlık tarihindeki bütün eski şehir ve yerleşim birimleri de toprağın altına gömülmüş değillerdir. Örneğin, Mexico City'de Azteklerin bir göl yatağına kurdukları şehir toprağa batmıştır ama Mayaların kayalar üzerine yaptıkları yapılar hala ayaktadırlar. Toprağın altında kalma

Dârülmuallimât

Osmanlı Devleti'nde, kızlar için ilk iptidâiye ( ilkokul ) ve rüştiye ( ortaokul ) mektepleri, 1858 yılında açıldı. 1869 Maârif-i Umûmiyye Nizamnâmesi’nde (Genel Eğitim Yönetmeliği'nde), bu okullara öğretmen yetiştirmek amacıyla bir kız öğretmen okulunun açılması öngörüldü. Okulun açılması, 26 Nisan 1870’te gerçekleşti; Dârülmuallimât adıyla, İstanbul’da Sultanahmet semtinde bir konakta açılan okulda eğitime başlandı. Tanzimat süresince de tek bir okul olarak kaldı. Bu ilk kız öğretmen okulu, Dârülmuallimât-ı Sıbyan ve Dârülmuallimât-ı Rüştiye bölümlerinden meydana geliyordu. Ayrıca bu bölümler de müslim ve gayri müslim olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Sıbyan muallimliğinin öğretim süresi iki, rüştiye muallimliğinin dört yıldı. 1893’de yapılan bir düzenleme ile okula 6 yıllık ihtiyat bölümü eklendi. İhtiyat bölümü, rüştiye düzeyinde idi ve Dârülmuallimât'a öğrenci yetiştirmekteydi. Buradan veya kız rüştiyelerinden mezun olanlar Dârülmuallimât'a sınavsız alınmakta idi. Dip

Atacameño

Yaklaşık 11.000 yıl öncesinde, Şili'nin kuzeyindeki Puna bölgesinde ilk yerleşimlerin oluştuğu tahmin edilir. Atacameñolar San Pedro-Kültürü diye adlandırılan kültürün kurucuları olup, Atacama Çölü'nün vahalarında yerleşimler kurmuşlardır. Kaynak : yorumla.net - Linkleri Sadece Kayitli Uyelerimiz Gorebilir. Uye Olmak Icin Tiklayiniz... M.Ö 800 yıllarında bugünkü San Pedro de Atacama şehri yakınlarında Tulor yerleşimini kurarlar. Bu yer, yaklaşık 1300 yıl yerleşik olarak kalır. M.S. 900 yılında kale şehir Quitor kurulur. 12. Yüzyıl'da İnkalar Atacameño bölgelerini işgal ederler ve onları kendi kültür bünyelerine katmaya çalışırlar. Pukará de Quitor şehrini daha da genişletirler. Valle de Jerez, İnkaların ana kervan yolu olarak hizmet eder. Burada o zamandan kalma kaya çizimleri bulunur. 16. Yüzyıl ortalarında, ispanyol Diego de Almagro ve Pedro de Valdivia, keşif gezileri sırasında ihtiyaçlarını ikmal etmek için San Pedro de Atacama köyüne gelirler. Atacameñolar, ülkenin ilk

Zigguratlar

Ziggurat Mezapotamya'ya özgü bir terimdir. Tanrıdağı anlamındadır. İlkçağda Sümerler, Keldanlılar, Babiller ve Asurlular tarafından yapılan, tabandan başlayarak tepeye doğru kat kat yükselen giderek küçülen teraslardan oluşan, zirvesinde bir tapınak bulunan ve yanlarında bir merdiven sistemi yer alan kademeli bir kuledir. Üzeri açık ve dört köşelidirler. Kaynak : yorumla.net - Linkleri Sadece Kayitli Uyelerimiz Gorebilir. Uye Olmak Icin Tiklayiniz... Bu yapılar tarihi metinlerde Ziggurat, Zigura ve Ziggurak gibi çeşitli yazılışlarla görülür. Zigguratların ilk olarak Sümerlerce inşa edildiği düşünesi yaygındır. Mezapotamya halklarının en önemli faliyetleri tapınakları Tanrıya ithaf etmeleridir. Sadece Antropolojik değil, edebi içerikli kalıntılara dayanarak da Sümerler'den önce başlamak kaydıyla Mezapotamya düşünce tarzına aydınlık getiren tez şudur: Politik açıdan Sümerlerde şehir devleti sözkonusu idi ve her merkezin bir tanrısı olduğu gibi her tanrının da yeryüzünde kendini t

Evcilleştirilemeyen Hayvanlar

Evcilleştirilemeyen Hayvanlar Birçok vahşi hayvanın yavrusu, çok küçükken anasından alınır, vahşi ortamından uzaklaştırılır ve medeni bir ortamda insanlar tarafından büyütülürse kolayca uysallaşır. Ancak tam erişkin hale gelince ne olacağı belli olmaz. Genlerindeki kalıtımsal sosyal davranış biçimi aniden ortaya çıkabilir. insana alışma ile evcilleşmeyi birbirine karıştırmamak gerekir. İnsana alıştırma, tabii bir duygu olan özgürlük içgüdüsünü zora veya kurnazlığa başvurarak ortadan kaldırmaya dayandığı halde evcilleştirme, toplu halde yaşama içgüdüsüne dayanır. Yalnız veya çift yaşayan hayvanlar evcilleştirilemez ancak insana alıştırılabilirler. Doğada besinini ve barınağını kendisi bularak, düşmanlarına karşı kendisini ve ailesini savunarak yaşamını ve soyunu sürdürebilen hayvanların evcilleştirilmeleri, doğal çevrelerinde özgür yaşarken tutsak edilerek insan eliyle bakılıp beslenmeleri ve insanın kurallarına göre yaşamaya alıştırılmaları zordur. Evcilleştirme, yararlanma amacıyla ha

Ateşböceğinin Parlaması

Ateşböceğinin Parlaması Yaz gecelerinin karanlığında otların arasında veya havada uçarken parıldayan, yanıp sönerek sarı-yeşil bir ışık veren bir böceği görmüşsünüzdür. Yanına yaklaşıldığında ışığını söndüren, gece karanlığında izini kaybettiren bu böceğin ismi ateş böceğidir. Aslında bu böceğin verdiği ışığın ateşle de sıcaklıkla da bir ilgisi yoktur. Bunun bilimsel adı 'soğuk ışık'tır ki günümüz teknolojisi bu ışığı henüz yapay olarak üretmeyi başaramamıştır. Bilim insanları dünyada milyonlarca yıldır mevcut olan bu tabiat teknolojisinin önce çalışma mekanizmasını çözmek sonra da taklit ederek insanlık hizmetine sunabilmek için çalışmalarına hız vermişlerdir. Kısa bir zaman öncesine kadar sürtünme veya ısı olmadan ışık elde etmenin imkansız olduğuna inanılıyordu. Nasıl ki normal bir ampul kendisine verilen enerjinin yüzde 4'ünü, florasan ampul ise yüzde 10'unu ışığa dönüştürebiliyor, geri kalanını ısı olarak yayıyorsa, ateş böceğinde de benzer bir durum olduğunu sana

Semazenlerin Başı Neden Dönmez...

Bütün sır semazenlerin dönerken başlarını hafif eğmelerinde yatıyor. “Sema yaparken başa 20-25 derecelik bir eğim veriliyor. Bu eğim iç kulaktaki denge sirküler kanallarının eşit derecede uyarılmasını sağlıyor. İşte bütün sır burada. Kaynak : yorumla.net - Linkleri Sadece Kayitli Uyelerimiz Gorebilir. Uye Olmak Icin Tiklayiniz... "Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Yöndemli, semazenlerin eğitimleri sırasında yaptıkları egzersizlerin, nöroloji ve KBB hekimlerinin uyguladığı vestibüler testlere çok benzediğini belirtiyor. “Modern tıp yöntemlerini semazenlerin 700 yıldır kullanmakta olduğunu görmek hepimizi hayrete düşürüyor.” diyen Yöndemli, semazenlerin çalışmalarından çıkarılacak derslerle otomobil ve deniz tutmasının da önlenebileceğine inanıyor. Semazenlerin yüzyıllardır ayinlerinde sergiledikleri yetenekleri hakkında ilk bilimsel çalışmayı yapan Yöndemli, kitabın ilk bölümünde Mevleviliğin adap ve ahlâk anlayışını, musiki, ruh ve beden terbiyesini ele alıyor.

Sakız Çiğneme

Sakız Çiğneme Antikçağlardan beri Ege kıyılarında yaşayanlar, bu bölgede çok bulunan sakız (mastika) ağacının reçinesini çiğniyor, bunun dişlerin temizlenmesine ve nefes kokularının güzelleşmesine yaradığını biliyorlardı. Günümüzde çiklet diye bilinen bir tür sakızı ilk çiğneyenler ise Meksika yerlileriydiler. Yerel bir ağacın özünü çıkartıyorlar, bir kapta kaynatıyorlar ve güneşte kurumaya bırakıyorlardı. Sertleşen bu 'chickle' (çikıl) adını verdikleri beyaz özü ise çiğniyorlardı. Kokusu ve lezzeti olmayan bu ilk sakızın günümüz sakızları ile çok bir benzerliği yoktu. Sakızın hammaddesi ABD'ye ilk olarak Lopez de Sanna adlı bir Meksikalı general tarafından getirildi. Thomas Adam isimli bir müteşebbis bu sakız hammaddesini önce kimyasal yolla ucuz sentetik lastik elde etmek için kullandı. Bunda başarılı olamayınca sakızı sert şekerleme ile kapladı. Bu şekilde güzel lezzet ve koku da kazandırdığı ilk ticari sakızları minik toplar halinde piyasaya sundu. Daha sonra da ince dü